Gerçek (hakiki), gerçeklik (hakikat) nedir? Düşünülen, tasarımlanan, imgelenen şeylere karşıt olarak var olan şey demektir. Gerçeklik (hakikat, realite) ise gerçek olan, var olan şeylerin tümü, düşsel olmayan anlamına geliyor. Bir bütündeki gerçeklik parçalarındakinden daha büyük bir gerçeklik midir? Felsefe ve bilim, gerçekliğin (doğru bilginin) peşinde mi koşmaktadır?
“Gerçek” sözü böylece kişisel deneyim için başka, matematik bir önerme için başka ya da doğa bilimi kuramları için başkadır.
Madde, nesne, gerçek, nesnel gerçek kavramları artık biraz kapalı kalıyor. Madde deyince aklımıza bir buğday tanesi de gelebilir, bir elektron da! Bir buğday tanesi, dalga özelliği göstermez; oysa elektron hem dalga, hem parçacık özellliği gösterir. Şimdi tam bu noktada Ömür Akyüz Hoca şu eklemeyi yapıyor: “Gösterir ama bunu görecek düzeneği pek kuramıyoruz!”
Sonul gerçek denildiğinde ilk akla gelen düşünür G. F. He- gel’dir (1770-1831). Hegel, gerçekten mutlak’ın vaizidir (B. Magee’nin nitelemesi). İnsan, bütün varlığını devlete borçludur, der. Sonlu olanın sahici varlığı yoktur, der. Gerçek, akılcıdır ve akılcı olan gerçektir, der. Hegel, gerçekliği, durağan olmayan, sürekli bir gelişme sürecinde olan organik bir birlik olarak gördü. Hegel’in kavrayışı, Herakleitos’a çok benzer. Ona göre her şey, bir sürecin ürünüdür. Bu sürece diyalektik süreç adını verdi. Hegel’den sonra 19. yüzyılın etkili iki düşünürü Marx ve Dar- win, bu sürekli değişim kavramını düşüncelerinin merkezine oturttular.
Hegel’in üç kilit düşüncesi vardır: Birincisi, gerçekliğin tarihsel bir süreç; dolaysıyla bir şeyin, nasıl o duruma geldiğine ve aynı zamanda nasıl başka bir şeye dönüşmekte olduğuna bakılarak anlaşılabilecek olmasıdır. Başka deyişle gerçeklik, ancak tarihsel açıklamanın kategorilerine göre açıklanabilir. Bryan Ma- gee, Felsefe’nin Öyküsü’nde (1998) Hegel’in getirdiği düşünceyle ilgili şu görüşü belirtir:
“Bugün inanılmaz görünse de daha önceki felsefe bu tarihsel boyuttan yoksundu. Hegel’den önceki filozoflar, gerçekliği son derece karmaşık olmakla birlikte açıklanmayı bekleyen verili bir durum olarak düşünmüşlerdi. Ancak Hegel’le birlikte tarihsel bilinç, hemen her şeye bakma tarzımızı değiştirdi.”
Hegel’in getirdiği ikinci düşünce, dünya tarihinin akılcı bir yapısının olduğu ve değişimin yasasının, başka bir deyişle diyalektiğin, bu yapıyı anlamada anahtar rol oynadığıydı. Marx, bu yoldaki düşüncelerini Hegel’den aldı. Hegel’e göre toplumsal gelişmenin manivelası ulusların savaşı, Marx’a göre ise sınıfların savaşıydı.
Hegel’in son derece etkili olmuş üçüncü düşüncesi, yabancılaşmadır (inkârın inkârı). Burada asıl nokta şuydu: İnsan, kendi uygarlığını kurmak sürecinde, (bunlar kendi buluşları olsa da) kendisi dışsal, daha sonra kendisini sınırlayacak olan bir sürü kurum, kural ve düşünce yaratır. Hatta onları anlamayabilir bile. Örneğin iş dine geldiğinde, pek çok insan, kendilerinde olmasını en fazla diledikleri nitelikleri bir Tanrı’ya yükler, daha sonra da kendilerini tam tersine değersiz, cahil ve güçsüz, Tann’yı ise yetkin, her şeyi bilen ve kadiri mutlak olarak görürler. Bunu yapan mutsuz ruh, kendi dışındaki bir varlığa yansıttığı niteliklerin en azından kısmen insani nitelikler olduğunu göremez, Tan- rı’yı kendisinden tamamen farklı, daha doğrusu kendisinin karşıtı bir varlık olarak görür. Hegel’in izleyicilerinden Feuer- bach’a göre Tanrı ve tanrılar, tamamen insan yaratısıdır.
Hegel’in ve başka pek çok filozofun görüşüne göre, evrenin herhangi bir parçasının karakteri, onun başka bölümlere ve bütün ilişkileriyle öylesine derinden etkilenmiştir ki, herhangi bir parça üzerine, onun bütün içindeki yerini belli etmek dışında herhangi bir anlam ileri süremeyiz. Bu parça, öbür parçalara bağlı olduğundan, onun bütün içindeki yeri konusundaki bir anlatım, başka her parçanın bütün içindeki yerini belirler. Böylece sadece bir doğru anlatım bulunabilir. Bütünün doğruluğu dışın da hiçbir doğruluk yoktur. Benzer biçimde, bütün dışında hiçbiı şey bütünüyle gerçek değildir. Bu bütüncül görüşleri, en başla matematikteki ve mantıktaki gelişmeler yanlışladı.
Hegel’e göre asıl olan oluştur. Gerçek, akılcıdır ve akılcı olan, gerçektir. Diyalektiğin sonraki her evresi, önceki bütün cv relerini kapsar. Mutlak olan, oluştur. Doğruluğa, diyalektiğin bütün basamaklarını aşarak ulaşabiliriz.
Hegel, 1800 yılında, evrende yalnız yedi gezegen bulunacağını sözde kanıtlayan bir tez sundu. William Shakespeare (1564-1616) Kral Lear adlı oyununda Soytarı, Krala şöyle der: “Yedi yıldızın yediden çok olmaması ne güzel nedendir.” Kral, bilgiçlikle başını sallar neden yedi sorusuna yanıt verir: “Sekiz değildir de ondan” der. Soytarı devam eder: “Sizi iyi bir soytarı olabilirdiniz!” 1 Ocak 1801 günü -Hegel’in kehanetinin mürekkebi kurumadan- sekizinci gezegen, küçük Seres bulundu.
Bilginin niteliği konusundaki kavramlardan biri de gerçeklik (hakikat) kavramıdır. Nedir gerçeklik? Gerçekliği kim biliyor? Hangi ideoloji ya da felsefi akım gerçekliğin son bilgisine sahip? Newton’ın çağdaşı Leibniz, doğanın sıçramalar yapmadığını, süreklilik içinde bulunduğunu savunuyordu. Ona göre iki tür gerçeklik (hakikat) vardır: “Akılcı gerçeklikler ve olgusal gerçeklikler.” Akılla ulaşılan gerçeklikler ve olguda var olan gerçeklikler. Leibniz, gerçek bilginin ussalcı idealini, deneyimden kaynaklanan değil, idealar üzerine temellenmiş evrensel ve zorunlu doğruların bir dizgesi olarak kabul etmektedir. Evren, yalnızca usun yorumlayabileceği matematiksel-mantıksal bir düzendir.
Felsefeci Ionna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri’nde (1971) doğru bilginin yani “hakikatin (gerçekliğin) değerli olduğu ve bir bütün olarak bilginin, insan değerlerinden biri olduğu apaçıktır” der. “Gerçeklik (hakikat), nesnenin bir niteliği değil, bilginin bir niteliğidir. Biz, gerçeğin arayıcıları mıyız? Hayır biz gerçeğin değil, “gerçekle tutarlı bilgi”nin arayıcısıyız.” Kuçuradi, sözlerini şöyle sürdürür:
“Bilgi, çok kere bir değer sayılmamıştır; ama ‘hakikat’, bir değer sayılmıştır. Hatta ona, çok kere yani ‘hakikat’e en yüksek değer olarak bakılmış ve o, ‘iyi’, ‘Tanrı’ gibi bir eşya olarak anlaşılmıştır. Bu ‘hakikat’, varolan bir şey olarak görülmüş ve bir yerde duruyormuş gibi keşfedilmeye, ‘bulunmaya’ çalışılmıştır. Bugün bile dünyada ‘hakikati arayanlar’ çoktur!
Oysa gerçeklik (hakikat) ne bir gül, bir tavşan, ne suyun derecede kaynaması, ne de insanın yapısıyla ilgili bir şeydir; dolayısıyla aranılacak, keşfedilecek bir şey değildir. İnsan realitesiyle ve genel olarak varolanla ilgili ortaya konan her doğru bilgi, bir hakikattir. Başka bir deyişle, hakikat, kendisi var olan bir şey olmadığı gibi, realitenin veya genel olarak varlığın bir niteliği değil, bilginin bir niteliğidir.”
İşte kavranması gereken nokta burası. Doğru ya da yanlış olduğunu söyleyebileceğimiz, 1 ve 0 değerlerini verebileceğimiz, yani kesin bilgisinden söz edebileceğimiz türden fizik nesneler dünyası yoktur. Bazıları, ‘nesnel bilgi’, ‘doğru bilgi’ deyince, olayı olduğu gibi veren, ayna yansıması bilgi olarak anlıyor. Oysa hiçbir bilim, böylesi bir bilgi sağlamıyor.