Olaya bu açıdan bakınca, akla ister-istemez şu soru geliyor: “Eğer evrende herşey holografik bir biçimde düzenlenmişse ve adeta birbiriyle örülü bir ağ gibiyse, onu ayrı parçalardan oluşan mekanik bir sistem gibi tasarlamak ne kadar doğru olur?” Bohm şöyle söylüyor bu konuda: “Herşeyin temelinde kapalı (implizit) düzen yer alır. Bütün dışavurumların kaynağı da holografik bir yapıya sahip olan bu plandır. Bir elektronu atomaltı bir parçacık olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu onun, holohareket içindeki dışa vurumlanndan sadece birisine verilen bir addır. Gerçeği parçalara bölmek, bir halıyı onu oluşturan motiflerine bölmek gibi birşey olur.
Hatta zaman ve mekân bile kendi başlarına varolan birimler değildirler. Birbirlerine bağlıdırlar ve aynı bütünün parçalarıdırlar. Einstein bunlara gözlemciyi de katarak, bütün bu birimlerin dört boyutlu, bir süreklilikte eridiğini ileri sürmüştü. Biz bir adım daha atıyoruz ve diyoruz ki: “Evrende varolan herşey aynı bütünlüğün bir parçasıdır.” Bu noktada Bohm, Fritjof Capra, Frederic Vester ve Erich Fromm gibi bilimadamlan ile aynı sonuca varıyor: Evreni parçalara ayırmak ve bütün birimlerin birbirleri ile olan iletişim ve etkileşim dinamizmini yok saymak, bilimde olduğu kadar, toplum yaşantısında ve daha da önemlisi kişisel hayatımızda yıkıcı etkiler oluşturmaktadır. Asit yağmurları, ormanları yok etmek ve zehirli atıklar sanılıyor ki doğa tarafından hazmediliyor. Ama hiç beklenmedik doğal felâketler acaba neden oluyor? Hem de katliamın yapıldığı yerden bazen çok da uzakta? Ya Ozon delikleri, peki uyuşturucu kullanımının artması, daha neler-neler. Olayı bütünsel olarak değerlendirmedikçe, içinde yaşadığımız toplumsal sistemler de, dünya da yok olmaya doğru gidecektir.
Bohm, Niels Bohr’un “atomaltı birimlerin gözlemlenmeden önce varolmadıkları” yolundaki iddiasına katılmamaktadır. Çünkü ona göre, bilinç ile maddeyi birbirinden ayrı iki farklı birim olarak ele almak, evreni parçalara bölerek anlama yanlışına düşen Newtoncu fiziğin bir uzantısıdır. Oysa evreni bütünsel implizit düzenin dışa vurumu ve sonra da kapanması sürecinden oluşan, akış halindeki dev bir holo-hareket olarak ele alırsak, gözlemci ile gözlemlenen nesne ayrımına gitmemek gerektiğini anlanız. Aslında gözlemcinin gözlemlediği şey, kendisinden başka birşey değildir.
Bohm, bilinç ile madde (ya da dış dünya) arasındaki ilişkinin (üç boyutlu dünya realitesinde birbirine karşı ve ayrı gibi durmasına rağmen), her ikisi de implizit düzenden kaynaklandığı için, aynı bütünselliğin iki ayrı versiyonu olduğunu ileri sürer. Bu nedenle evreni canlı ya da cansız nesneler olarak bölümlendirmek de anlamsızdır. Çünkü bu iki tür de ayrılmaz bir biçimde içten-içe birbirleriyle bağlantılıdır. Her ikisinin de cevheri aynıdır. Aynı enerji salınmamın değişik yoğunluklarda biraraya gelmiş parçalarıdır.
Herşeyin aynı bütünlüğün içinde yer alması, zaman ve mekândan bağımsız olarak birbirleriyle ilişki ve iletişim içinde bulunmaları ve bütün bu (implizit) düzenin holografik bir biçimde organize olması, bizi şu sonuca ulaştırıyor: Evrende varolan her birim, bütünün bilgisini “kodlanmış olarak” kendisinde bulundurur ve “saklar”. Uygun frekansta yeni bir ışın geldiğinde de, o açıdan yapılmış bütün kayıtlar gün ışığına çıkarlar. “The Holographic Universe” adlı kitabın yazan Michael Talbot, bu durumu şu ilginç anektodla açıklıyor: “Teorik olarak, Andromeda yıldızlarını sağ elimizin başparmak tırnağı üzerinde görmemiz mümkündür.”
Kari Pribram ile David Bohm’un yaklaşımlarını birleştirecek olursak, ortaya şu sonuçlar çıkar: Pribram, insan beyninin frekanslar alanından aldığı verileri matematiksel bir formül aracılığı ile (Fourier Transformasyonu) objektif gerçeklik haline dönüştürdüğünü ve holografik esaslara göre çalıştığını ileri sürüyordu. David Bohm da evrenin holografik ilkelere göre organize olmuş “implizit” (kapalı, gizli) bir düzenden varolduğunu söylüyordu. Beyin, zaman ve mekân ötesi bu âlemden gelen frekanslar yansımasını alıyor ve dönüştürüyordu. Yani beyin de, holografik bir evren içinde dışa vurulmuş olan açık (explizit) bir hologramdı. implizit düzende kaydedilen hologram plakası, explizit düzende okunuyordu ve ortaya “sanal” bir görüntü çıkıyordu. Bu sanal ya da suret oluş, saklı ve gizli düzene “göre” idi. Üç boyutlu bir maddî varlığa sahip olan varlıklar içinse bu sanal görüntü, gerçekti ve maddî değerler taşıyordu. Özetleyecek olursak, bizim algı alanımıza giren üç boyutlu dünya “yoktur”. Ya da en azından gerçek şekli, bizim görüp, algıladığımız gibi değildir.
Dış dünya, dev bir enerji salınımı ya da dalga boyları ve frekanslardan oluşan büyük bir okyanus gibidir. Bizim beynimiz bu karmaşık “gibi gözüken” holografik kaydı, okuma ve mercekleştirip objektifleştirme ve de üç boyutlu hale getirme donanımına sahip olduğu için, dünya bize, birbirinden ayrı birimlerden oluşan üç boyutlu bir âlem olarak görünmektedir.
Beyin bunu, çok çeşitli frekansları yaklaşık oniki temel modele indirgeyerek, yani Fourier Analizi ile sinüs frekanslarına dönüştürerek gerçekleştirir. “Peki, ama varolmayan bir şeyi biz nasıl olup da varmış gibi algılıyoruz o halde?” diye soracak olursak, bunun cevabı da Bekesy tarafından veriliyor. Daha önce de anlatmış olduğumuz gibi, Bekesy deneklerinin dizlerine yerleştirdiği vibratörlere elektriksel uyanlar vermiş ve onlar da bu iki ayrı vibrasyon merkezini hissetmek yerine, uyarının bir dizden ötekine doğru sıçradığını sanmışlardır. Deneylerine devam eden Bekesy, deneklerin, duyu organları bulunmayan yerlerinde bile bazı vibrasyonları hissedebildiklerini ortaya koymuştur. Kısaca, beyin, varolmayan bir takım şeyleri varmış gibi hissetme özelliğine sahiptir. Tıpkı fantom ağrılarda olduğu gibi.
Bu açıdan bakınca, bir fincanın ya da bir ağacın gerçek olmadığını düşünebiliriz. Bu da bizi şaşkınlığa uğratır. Ama asıl durum şöyledir: Fincanın ya da ağacın farklı (dünya insanına göre de iki tane) gerçeklik düzeyleri vardır. Bunlardan birincisi, Bohm’un implizit (kapalı) düzen dediği ve enterferans modellerinden oluşan, zaman ve mekândan bağımsız bulunan, holografik bir biçimde organize olmuş olan gerçeklik düzeyidir. İkincisi ise, beynimiz tarafından dönüştürülerek, merceksi bir süzgeçten geçirilen ve bu yolla “varolan” bilip tanıdığınıız üç boyutlu gerçeklik düzeyidir. Fincan ya da ağaç, aynı anda bu iki farklı gerçeklik alanında birden bulunmaktadırlar. Onların farklı görünümler almaları, gözlemcinin donanımına bağlıdır. Yoksa onlar tek ve aynıdırlar.
Ama insan donanımıyla bakarsak, üç boyutlu bir cisim, mercekler sisteminden sıyrılarak bakarsak, karmaşık bir girişim ve kesişim ağı, yani bir hologram kaydı görürüz. Aslında farklı görüntüler değildir onlar. Tek bir görüntü vardır sadece. Bir bilinç bunlara bakıp da, bir algılama yapınca, frekanslar da bir şekil alırlar. İnsanın donanımı, bu durumu üç boyutlu gerçeklik düzeyinde, dar bir ara kesitte ve belli bir yoğunlukta canlandırır.
“Hangi ağaç ya da fincan gerçek, hangisi hayaldir?” diye soracak olursak, cevap: “Her ikisi de” ya da “hiçbirisi” şeklinde olacaktır. Biraz daha derinleşelim: Eğer bir hologram plakasına kaydedilen fincana ya da ağaca dışarıdan bakıyor olursak, durumu anlamak çok kolay olurdu. Ama işi zorlaştıran nokta, bizim de seyrettiğimiz aynı hologram plakasının bir parçası olmamızdır.
Kendimizi zaman ve mekân boyutları içinde hareket eden bir beden olarak görebiliriz. Böyle bir durumda kendimizi, holografik bir düzene sahip olan ve holografik bir biçimde organize olmuş bir evreni anlamaya çalışan bir varlık olarak görürüz. Ama tam holistik bir kavrayış açısından, bu yaklaşım da yanlıştır. Çünkü birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyi (evreni ve bilinci) birbirinden ayrı gibi görmek hatasına düşülmektedir. Oysa, kendimizle evren arasında bir ayrım ve bir başkalık yoktur. En doğrusu, bizim kendimizi evrensel hologramın bir parçası olarak ve bir enterferans modeli biçiminde değerlendirmemizdir.